Devrimci Yol Yazıları
Devrimci Yol'daki yazılarla, sol
içindeki ideolojik kargaşanın, bağımsız bir devrimci hareketin yaratılması
doğrultusunda aşılması hedeflendi
Devrimci Yol dergisi, Türkiyedeki sol hareketin bir
yandan 12 Mart yenilgisinin diğer yandan da dünya çapındaki Çin-Sovyet
çatışmasının yarattığı bir
ideolojik-teorik karışıklık dönemi içinde yayınlandı. Üç yıl kadar süren
bir yayın hayatı boyunca onbeş günde bir
(zaman zaman aylık periyotlarla) yayınlanan
dergilerdeki ve dergi eki broşürlerdeki yazılarla bu ideolojik kargaşanın,
bağımsız bir devrimci hareketin yaratılması doğrultusunda aşılması
hedeflendi.
Aynı zamanda çok hızlı bir mücadele dönemine tekabül
eden ve 1980 yılında yüzelli binin üstündeki bir
okuyucu kitlesine hitap eden bu yazılar okunurken, bütün bu hususlarla
birlikte, o günün genel ortamı ve koşulları da dikkate alınmalıdır.
Genel olarak Türkiye solunda
ayrılık ve tartışmaların noktalarındaki uzlaşmazlıklar yazıların uslubuna
da yansımıştır. Bunun bir dereceye kadar mücadele
ortamındaki katılığın bir yansıması olduğu kabul edilse bile, çoğu zaman
mücadelenin gereklerine aykırı bir şekilde aşırı ve abartılı boyutlara
vardırıldığı da bir
gerçektir. (En katı ve uzlaşmaz tutumların, mücadele içinde birbirine
nispeten daha yakın olması gereken grup ve çevreler arasında gelişmesi
bunun bir kanıtıdır.)
Devrimci Yol yazıları okunurken bu ortamın bir
ölçüde bu yazılara da yansıdığı görülebilir. Devrimci Yolun o dönemdeki
yayınlar içinde bu konuda dikkatli ve ılımlı
bir tutum sürdürmeye çalıştığını söylersek, gerisini siz hesap
edebilirsiniz.
Elbette o günkü ortamı, eski olumsuz kavga ve
tartışmaları bugüne aynen taşımak doğru olmaz. Bugün eski olumsuz -
rekabetçi hırçınlıklarını sürdürenlerin hala
bulunmasına rağmen, biraz da dünya çapındaki gelişmelerin etkisiyle solda
daha olgun ve daha uygarca bir iklimin oluşmakta olduğu da gözlenmektedır.
Bu,
kuşkusuz, olumlu bir gelişmedir. (Kendi yegane varlık nedenlerini
başkalarının olumsuzluklarını durup dinlenmeksizin sergilemekte bulanların
da bunun geçerli bir yol
olamıyacağını artık anlamaları ve tutumlarını gözden geçirmeleri gerekir.)
***
Her tarihsel dönemin, öne çıkardığı ve çözümünü
dayattığı sorunlarla, o dönemin siyasal ayrılık ve tartışmalarını da
belirlediği bir gerçektir. Kuşkusuz, sınıf
mücadelesinin somut gerçekliklerinin bir ürünü olmayan, öznel nedenlere
dayanan (yanlış) tartışmalar ve ayrılıklar da, her dönemde olur. Ancak
bunlar çoğunlukla
hayatın kendisi tarafından - elbette zamanla- tasfiye edilir (ya da onlar
zamanla biçim değiştirerek yaşanan hayatın somut gerçekliklerine uygun bir
siyasi muhtevaya
bürünürler.)
Tüm bunlar 1975-80 yıllarında Türkiyede yaşanan
ayrılıklar ve tartışmalar açısından da geçerli oldu. Bir önceki dönemden
kalan ayrılık ve tartışmalar kısmen
sönmekle birlikte ağırlıkla ikinci plana itildi ve yaşanmakta olan
olağanüstü bir dönemin sorunlarına ilişkin tartışma, ayrışma ve
saflaşmalar ön plana çıktı.
Türkiyenin 1970li yıllarda "tarihinin en büyük
bunalımını" yaşadığı çokça söylenmiştir. Bu belirleme kuşkusuz yerindedir.
Türkiyede ikinci büyük savaştan sonra
ABD hakimiyeti altında kurulan yeni sömürge düzeni, 70li yıllarda
ekonomisinden siyasetine kadar her yönüyle tıkanmış ve işlemez hale
gelmişti. Ekonomik sorunlar
çözülemiyor, enflasyonun sürekli tırmanışı durdurulamıyor, üretimin
sürdürülmesi için gerekli döviz-hammadde gereksinimleri karşılanamıyordu.
Demirelin veciz
deyişiyle, devlet "yetmiş sente muhtaç" haldeydi; sanayide üretim
neredeyse durma noktasına gelmişti.
Sürüp giden yüksek oranlı bir enflasyonun etkisiyle
orta sınıflar içinde iflasların, yoksullaşma ve mülksüzleşmenin
hızlanması, kırsal yörelerden şehir merkezlerine
yoğun göçler, artan işsizlikle birlikte şehirlerin kenar bölgelerinde
büyük gecekondu bölgelerinin oluşması ve bütün bunlara paralel yeni- büyük
toplumsal sorunlar
gündeme geldi. Gelir dağılımındaki eşitsizlik üst boyutlara ulaşırken, bir
yanda alabildiğine bir lüks ve zenginlik, öte yanda yoksulluk, işsizlik,
açlık ve sefalet yan yana
gözler önüne serildi.
Bunalımın derinleşmesi karşısında düzenin siyasal
kurumları parlamento ve partiler de çıkmazlar içine sürüklendiler. Kendi
içlerinde ciddi çıkar ayrılıkları taşıyan
egemen sınıflar, hepsinin çıkarlarını dengeleyebilecek politikalar ve bu
anlamda istikrarlı yönetimler oluşturamadılar. 1974 sonrasındaki ilk
Ecevit Hükümeti
döneminde iktidar nimetlerinden kısa bir dönem yoksun kalmanın telaşıyla
ve büyük tavizlerle oluşturulan MCler (varolanları çözmek bir yana) yeni
sorunlar üretti;
toplumsal kamplaşmaları, siyasal kutuplaşmaları daha da yoğunlaştırdı.
MC Hükümetleri, halk muhalefetini faşist baskı
güçlerinin terörüyle sindirmeye çalıştı. Bu politika, çatışmaların
toplumsal bir temel kazanarak bütün ülke sathına
yayılmasına ve bir iç savaş doğrultusunda gelişmesine yol açtı. Sonuçta
beş yıl içinde siyasal-toplumsal nitelikli çatışmalarda beş binden fazla
insan öldü, yüzbinlerce
insan yaralandı, dövüldü, evleri-işyerleri bombalanıp kurşunlandı ya da
yakıldı. Mahalleler, şehirler, kasabalar hatta köyler ikiye bölündü;
Çorum, Maraş, Malatya,
Sivas gibi yerlerde gerçek iç savaş sahneleri yaşandı; yüzbinlerce insan
yerini yurdunu terketmek, başka yerlere göç etmek zorunda kaldı. Ünlü
yazarlar, gazeteciler,
profesörler faşistler tarafından düzenlenen suikastler sonucu vuruldu,
öldürüldü.
İşte 1975-80 yılları arasında Türkiyede yaşananlar
kısaca bunlardı ve o dönemdeki siyasi-ideolojik tartışmalar, ayrılıklar da
kaçınılmaz olarak bu ortama göre
şekillendi. Yaşanan bunalımın niteliği, iç savaş ve bunalım karşısında
izlenmesi gereken temel politikalar, faşizm ve faşizme karşı mücadele
konusu, mücadele ve
örgütlenme biçimleri üstüne tartışma ve ayrılıklar gündeme geldi. Farklı
bakış açılarına sahip kesimlerin yaşanan bunalıma yaklaşımları kadar çözüm
önerileri ve
siyasetleri de değişik oldu.
En önemli ayrılık noktalarından biri yaşanan
olayların ve bunalımın anlamı ve bu konudaki tutum sorunuydu. Bazı
kesimlere göre yaşanan kriz devrimci bir kriz değildi ve gelişen olaylar
sınıf mücadelesinin (ezilenlerle ezenler arasındaki mücadelenin) sonucu
değil, dış güçlerin- emperyalizmin- bir kışkırtması ve tertibi sonucu
ortaya çıkıyordu. Bu kesimler bunalımın derinleştirilmesini değil, burjuva
reformist önlemler temelinde çözülmesini temel alan politikalar
savunmuşlardır.
İlginç olan nokta, ülkemizdeki SBKP ve ÇKP yanlısı
kesimlerin birbirlerine karşı bütün uzlaşmazlıklanna karşın bu temel
konuda hemen hemen paralel bir çizgi izliyor olmalarıydı. ÇKP yanlısı
gruplar, gelişen olayları, genelde en tehlikeli emperyalist güç haline
geldiğini iddia ettikleri SSCBnin yayılmacı politikalarına bağlıyorlardı.
Onlara göre, SSCB-ABD arasında bir üçüncü Dünya
Savaşı çıkmak üzereydi. Buna karşı milli ekonomi güçlendirilmeli, bunalım
çözülmeye çalışılmalı ve Dördüncü
Ordu Sovyet tehlikesine karşı doğuya kaydırılmalıydı! Bu anlayış faşist
saldırı ve terör hareketlerine karşı (genelde faşizme karşı) mücadeleyi
reddeden, onu sahte
solculuk ve halk düşmanlığı olarak gören bir politika yürüttü.
Karşı taraftaki (SBKP yanlısı) çevrelerin yaklaşımı
ve politikaları da aşağı yukarı aynı paraleldeki bir çizgideydi. Bunalımın
derinleştırilmesini değil burjuva reformist
çözümlerini esas alan, faşist saldırı ve terör hareketlerine karşı her
türlü direniş mücadelesini emperyalizmin oyununa gelme, provokasyona gelme
olarak
değerlendirerek reddeden ve olayların devletin güvenlik güçlerince
önlenmesini talep etmeye dayalı bir çizgi savundular.
Bunlara karşı, Devrimci Yol, 1975-80 yıllan arasında
yaşanan bunalımı somut bir şekilde çözümlemeye, bunalımın ekonomik ve
sosyal nedenlerini saptamaya çalıştı.
Gelişen olayları, hükümet krizlerini, yurt sathında yaygınlaşan faşist
terör eylemlerini bu çözümleme ışığında değerlendirerek bu doğrultuda
farklı, somut politikalar
önerdi.
Örneğin, Devrimci Yol dergisinin 6. sayısının
başyazısında bu konuda şu görüşlere yer veriliyordu:
".....Sistem kendisini devam ettirebilecek
önlemleri almakta güçlük çekiyor. (...) Çünkü sorunlar sistemin yapısal
bozukluklarından gelen köklü nedenlere dayanıyor. Egemen sınıfların
yönetim zaafları onları giderek daha saldırgan bir hale getiriyor.
Oligarşi klikleri arasındaki, ve oligarşiyle oligarşi dışı güçler ve
emekçi halk arasındaki çatışma alabildiğine karmaşıklığı içinde
alabildiğine yoğunlaşarak sürüyor ve toplumun bağrında toplumu bir iç
savaşa götüren çok
güçlü devrimci dinamiklerin oluşmasına neden oluyor.
Bu dinamikler toplumdaki keskinleşen çelişmelerin
(...) DEVRİMCİ BİR ÇÖZÜMÜNÜN unsurlarını oluşturmaktadır. Mevcut
koşullarda devrimcilere düşen göıev bu doğrultuyu tespit edebilmek ve
böylesi bir devrimci çözümün subjektif unsurlarını oluşturmak için
mücadele etmek olmalıdır: Bağımsız bir devrimci hareketin inşası yolunda
toplumdaki çalkantıların yarattığı devrimci dinamikleri örgütleyerek;
ernekçi yoksul halkın faşizme karşı mücadelesini örgütlendirerek
ilerlemek...
Ülkemizde tüm oportünistlerin-revizyonistlerin
reformcu bir iktidara bel bağlama eğilimleri yaymalarına
aldanılmamalıdır. Toplumun içinde bulunduğu çelişmelerin, egemen
sınıfların halka yeni tavizler tanımalarıyla, yani reformcu bir yolla
çözülme olanağı yoktur. (...) Reformcu bir hükümet de işbaşına gelse
faşizm sorununu gündemden kaldıramayacaktır. Sorunlar ancak köklü
yollarla çözülebilecektir. Gerilimin keskin çözümlere yönelmesi
kaçınılmazdır.
Bugün yaşanan her şeye bu açıdan bakılmalıdır.
(...) Devrimciler eğer kendilerine düşen görevleri yerine
getirebilirlerse, ülkemizde oluşan gerilimin devrimci bir çözümüne (...)
yönelmek mümkündür." ( DY, sayı: 6, Temmuz 1977)
Devrimci Yol, Türkiyede yaşanan krizin,
emperyalizme bağımlı yeni sömürge sisteminin köklü (çözümsüz) sorunlanndan
kaynaklandığını; dışa bağımlı ve montaja
dayalı ikameci bir ekonomi modelinin, ürettiği sürekli açıklar-dış borçlar
vb. sorunları biriktire biriktire, nihayet tıkandığını; başta Kıbrıs
sorunu ve ABD ambargosu
olmak üzere bir dizi iç ve dış nedenin zincirleme etkisiyle 27 Mayıs ve 12
Martta yaşanan bunalımlardan daha üst düzeydeki bir bunalıma
sürüklendiğini; bu
bunalımdan kısa vadeli çözümlerle çıkılmasının olanaksız olduğunu; kendi
aralarındaki çelişkilerin de yoğunlaşmasıyla giderek artan bir yönetim
krizine sürüklenen
egemen sınıfların, iktidarlarını halk muhalefetini zorla baskı altında
tutarak yürütmeye çalıştıklarını, sivil faşist hareketin terör
eylemlerinin bu amaçla örgütlendirildiğini;
bu arada bir askeri faşist darbe yolunun sürekli elde hazır tutulduğunu
savundu. Halk muhalefetinin yükseltilmesini ve mevcut krizin
derinleştirilmesini, faşizme karşı
tüm halk güçlerinin birlikteliğinin sağlanmasını ve militan bir direniş
hareketinin geliştirilmesini esas alan bir politik çizgi izledi.
Olaylar, saldırılar ve çatışmalar yoğunlaştıkça,
somut politika önerilerindeki ayrılıklar da daha çok önem kazandı ve sol
içi tartışmalar da şiddetlendi. MC
Hükümetlerinin sonuna doğru olaylar tüm yurdu kaplamış durumdaydı ve hemen
her gün her tarafta ölümle ya da yaralanmayla sonuçlanan olaylar
yaşanıyordu. Sola,
emekçi halk kesimlerine, aydınlara, demokratlara yönelen saldırılar, solun
dağınıklığı, örgütsüzlüğü ve güçlü bir politik önderlikten yoksunluğu vb.
nedenlerle etkinlik
sağlıyordu ve halk içinde bir direnme eğilimiyle birlikte geniş bir
yılgınlık ve teslimiyet eğilimi de yaratıyordu. Önümüzde, halk içinde
gelişen bu direnme eğilimine sahip
çıkmaktan, onu geliştirmeye, örgütlemeye ve onunla birlikte örgütlenmeye
çalışmaktan başka bir yol, başka bir umut ışığı yoktu.
Tartışmalarımız bir yanda "bunu yapmak öncü
savaşını, suni dengeyi, PASSı vb. inkar etmektir," diyenlerle diğer yanda
"bunu yapmak halktan kopuk öncü
savaşçılığıdır bireysel teröristliktir, goşistlik, sahte
solculuktur...Faşistlerle güvenlik güçleri karşı karşıya bırakılmalıdır,"
diyenlerle sürdü gitti.
***
Bugünden bakıldığında direniş komiteleri önerisine
neden karşı çıkıldığını anlamak olanaksızdır. Çatışmaların ve bir
kamplaşma eğiliminin toplumun tüm kesimlerine
yayıldığı, ülkenin her yanını kapladığı, ülkenin pek çok yerinde
devrimcilerin etkinliğindeki bölgelerin oluştuğu bir ortamda devrimci
mücadelenin ve yaşamın yeni bir
anlayışla örgütlenmesi gereği ortadaydı. Bu nedenle Direniş Komitelerinin,
gelecekteki halk iktidar organlannın birer nüvesi olarak ele alınması, bu
yolla halk kitleleri
içinde daha şimdiden yeni bir yaşam biçimi, yeni bir demokrasi ve yönetim
anlayışının ve kültürünün kendi öz deneyleriyle geliştirilmesi
öneriliyordu.
Bu anlayışın başarıyla uygulanabildiği yerlerde,
sosyalizm ve demokrasi üzerine ciltler dolusu kitaplar daha değerli olan
olumlu deneyler yaratılabilmiştir. Bu anlayışın
egemen kılınmadığı yerlerde ise, tam tersine, pek çok olumsuzluğun ve
kargaşanın yaşanmasının önüne geçilememiştir.
Ne yazık ki, geleneksel revizyonist eğilimlerden
köklü bir kopuşu ifade eden Direniş Komiteleri önerileri eski doğmatik-sağ
eğilimlerin etkisi altındaki çevreler
tarafından (kimi zaman sol lafızlarla) reddedilmiştir. İleri sürülen
itirazlar kimi zaman, Direniş Komitelerinin bir cephe örgütlenmesi olması
nedeniyle ancak proletarya
partisinin kurulmasından sonra, onun önderliği altında gündeme getirilmesi
gerektiği şeklinde; kimi zaman da, Direniş Komitelerinin yatay- kitle
örgütlenmesi olması
nedeniyle öncü savaşının reddini getirdiği şeklinde kabul edilmesi
olanaksız teorik gerekçelere dayandırılmak istenmiştir. Partiyle cephesel
örgütlenme biçimleri
arasında veya kitlesel (yatay) örgütlenmelerle öncü savaşı ve "dikey"
örgütlenme ve mücadeleler arasında böyle ikilemler yaratmak, farklı
düzeydeki görevleri
anlamsızca karşı karşıya getirmekten başka bir şey değildir. Hemen her
çevre kendini proletaryanın gerçek temsilcisi olarak gördüğünden bir cephe
örgütlenmesinin
ancak kendi önderliği altında gerçekleşebileceğini varsaymıştır. TKP
çevresi ise, Direniş Komitelerine karşı, (şimdi kendilerinin de
anlamsızhğını kabul ettikleri) UDC
(Ulusal Demokratik Cephe) önerisini ileri sürmüşlerdi.
Bütün bu karşı çıkışların ortak özelliği devrimci
mücadelenin somut-nesnel durumunu ve gereklerini hesaba katmayan
öznellikti ki, bunun da, mücadeleden
kopukluğun bir ürünü ve ifadesi olduğunu söylemek olanaklıdır.
Aynı durum "iç savaş" kavramı etrafındaki
tartışmalarda da görülebilir. Aslında bu konuda ciddi bir tartışmadan bile
söz etmek doğru sayılmayabilir. Çünkü,
faşistlerle devrimci halk kesimleri arasındaki çatışmaların bir iç savaş
doğrultusunda derinleştiğini vurgularken (sadece Devrimci Yol değil Abdi
İpekçi gibi gazeteciler
bile iç savaştan söz ederlerken) Malatyada, Sivasta ve nihayet Maraşta
gerçek iç savaş sahneleri yaşanırken sol çevrelerin büyük çoğunluğu bu
konuda ciddiye
alınabilecek bir görüş ortaya koymaktan kaçınnııştır. Bu kavramın
kullanılışına yönelik itirazlar, bazen "varolan iç savaşın devrimci bir iç
savaş olmadığı" (veya emekçi
sınıflarla burjuvazi arasındaki bir savaş olmadığı) şeklindeki, bazen de
"iç savaşın suni denge ve öncü savaşı kavramlarıyla çeliştiği" şeklindeki
nedenlere
dayandırılmak istenmiştir. Bazen de "olayların abartıldığı, halkın
olaylara katılmadığı, çatışmaların Alevi-Sünni çatışmasından ibaret
olduğu" şeklinde itiraz ve eleştiriler
getirilmiştir. Bu yönden iç savaş kavramı etrafındaki tartışmalar, bu
konudaki burjuva-liberal eğilimlerle sınırlı kalmıştır.
Diğer gerekçeler gibi olayların abartıldığı
görüşünün de gerçeği yansıtmadığı ortadadır. İç savaş deyince toplumun
(burjuvaların bir yanda, emekçilerin bir yanda!)
ordular oluşturarak savaştığı bir durumu hayal etmenin anlamsızlığını
tartışmak bile gereksizdir. Bir ülkede faşist güçler her gün devrimci
öğrencilere, işçilere,
öğretmenlere, aydınlara, demokratlara yönelik saldırılar düzenliyorsa, bu
saldırılara karşı halk çeşitli biçimlerde direniyor ve bunun sonucu olarak
ülkenin her yanında
yaygın ve sürekli çatışmalar oluyorsa, bunun sonucunda 1977-78 yıllanndaki
gibi günde 5-10 kişi; 1980 yazındaki gibi 15-20 kişi ölüyor, yüzlercesi
yaralanıyorsa, o
ülkede bir iç savaş gerçeğinin yaşandığını kabul etmemek için bir insanın
yaşanan gerçeklere gözlerini sıkı sıkıya kapatmış olması gerekir. Aynca
faşizmin önüne
koyduğu programın çok daha geniş bir saldırıyı hedeflediğinden de kuşku
duyulamaz. Maraş ya da 16 Mart İstanbul Üniversitesi katliamlarının birer
istisna ya da
rastlantı olduğunu düşünmek için hiç bir neden yoktur. (Hatırlanacaktır:16
Martta İstanbul Üniversitesinde topluca okula giden öğrencilerin üzerine
tahrip gücü
yüksek bombalar atılmış ve otomatik silahlarla ateş edilmiş, sonuçta 8
ölü, yüzlerce yaralı verilmişti. Çok daha fazla kişinin ölmemiş olması
sadece bir rastlantıydı. Bu
olayın yüzlerce benzeri yaşanmıştır.) Evet, eğer olanak bulsaydı faşizmin
bütün Türkiyeyi bir Maraşa, (yada milyonlarca kişinin öldürüldüğü
Endonezyaya)
çevirmekten bir an bile geri durmayacağından hiç kuşku duyulamaz.
Olayların çok daha geniş boyutlara ulaşamaınış olmasında, faşizme karşı
güçlü bir direniş
hareketinin gelişmiş olması (diğer nedenlerle birlikte) önemli bir rol
oynamıştır. Böyle bir program egemen güçler açısından çok riskli ve pahalı
bir hale geldiği anda,
elde hazır tutulan geleneksel, denenmiş ve güvenilir bir askeri faşist
darbe yoluna yönelmişlerdir.
***
Faşizm konusundaki tartışmaların soyut bir kavram
tartışmasından öteye götürülemediğini söylemek, yanlış olmaz. Faşizmin
günlük yaşamın her alanında somut bir
olgu olarak gündeme geldiği bir dönemde dahi, soruna bazı kitaplardaki
kavramların "doğru" olarak kullanılıp kullanılmamış olması bakımından
(doktrinarist!)
yaklaşanlar çoğunlukta olmuştur. Bu da gene çoğunlukla faşizme karşı
mücadelede tereddütlü eğilimlere, kafa karışıklığına tekabül etmiş ya da
oraya götürmüş ve
mücadelenin somut güncel sorunlarını çözmeye yönelik tartışmaların
gelişmesini önlemiştir.
Faşizm, emperyalist-kapitalist ülkelerdeki büyük
bunalımların ürünü olan bir yönetim biçimi, böyle bunalımlar içinde doğup
gelişen bir olgudur. I. Dünya Savaşı
sonrasında, savaştan yenik çıkan Almanya ve İtalya gibi ülkelerde yaşanan
bunalımlardan devrimci/demokratik bir çıkış yolu sağlanaınamış, düzen,
tekelci burjuvazi
egemenliğinde çöküntü içindeki toplumun özellikle orta sınıflarındaki
şovenizmin, gericiliğin kışkırtılmasıyla sınırsız bir şiddete ve
emperyalist savaşa dayanan Faşizme
yönelmiştir.
Türkiye ise emperyalist-kapitalist bir ülke değil,
emperyalizme bağımlı yeni sömürge bir ülkedir; üretim ilişkilerindeki
farklılıklar, bunalımın niteliği kadar bunalımdan
çıkış yolunun da farklılığını getirmektedir. Egemen sınıflar içinde
belirleyici bir konumda bulunan tekelci burjuvazinin kendisinin
emperyalist tekellere bağımlı karakteri
nedeniyle bunalımlardan emperyalist savaşa dayanan bir çıkış siyasetine
yönelmesi söz konusu değildir. Türkiye gibi emperyalizme bağımlı ülkelerde
Faşizm,
emperyalizmin bir ihraç malı, onun egemenliğinin bir biçimi olarak ortaya
çıkıyor. Orta sınıflar içindeki belirli bir kitle desteğine dayanan sivil
faşist partiler de, devletin
politik ve askeri yapısındaki güçler de emperyalizmin ve işbirlikçi yerli
tekelci burjuvazinin egemenlik politikalarının bir aracı olarak işlev
görüyorlar. Faşizm bu
şekilde yukardan aşağı bir gelişme özelliği gösteriyor. Bu olgu
Türkiyedeki bunalımların gelişme süreçlerinde açıkça gözlendi: Sivil
faşist güçler, sivil dönemlerde halk
muhalefetini bastırmak ve gelişmesini engellemek için resmi güçlerle
birlikte kullanıldı. Bunalımın tepe noktasına gelindiğinde, emperyalizmin
ve tekelci burjuvazinin
tercihleri doğrultusunda (emekçi halk muhalefetini ezmek ve düzenin
ekonomik-sosyal ve siyasal bir restorasyonunu sağlamak üzere) bir askeri
faşist darbe gündeme
getirildi. Böylece 12 Eylül, Türkiyenin içine düştüğü "tarihinin en büyük
bunalımından", emperyalizmin ve tekelci burjuvazinin çıkarları
doğrultusundaki bir çıkış yolu
oldu.
Faşizm kavramını (örneğin, Mandelin yaptığı gibi)
Batı Avrupadaki klasik biçimleriyle özdeş tutacak olursak, Türkiye gibi
yeni sömürge ülkelerde Faşizmin
olanaksızlığını kabul etmemiz gerekir. Oysa Faşizm, emperyalizmin bir
ürünü olarak sahneye çıktıktan sonra, emperyalizme bağımlı ülkelere de
çarpık bir biçimde
geçmektedir. Bu ülkelerde sivil kitle desteğine dayalı bir faşist hareket
(klasik biçimlere benzer biçimde) egemen olsa bile bu olgu dahi
emperyalizmin işgalinin bir
biçimi olarak ortaya çıkacak, klasik faşist diktatörlüklerinden
farklılıklar taşıyacaktır. 1930larda Doğu Avrupa ülkelerindeki faşist
yönetimler de (Romanya,
Yugoslavya, Bulgaristan vb.) sonuçta Alman ve İtalyan faşizmlerinin bir
işgalinden başka bir şey değillerdi.
Bizim böyle bir yaklaşımı doğru bulmadığımız,
Devrimci Yol (ve Devrimci Gençlik) dergilerinde yer alan Sömürge Tipi
Faşizm kavramı çerçevesindeki tartışmalarda
açıklanmaktadır.
Sömürge Tipi Faşizm kavramı, en kısa bir ifadeyle,
burjuva demokratik devrim sürecini tamamlamamış, emperyalizme bağımlı
(yeni sömürge) bir ülke olan
Türkiyedeki yönetim (devlet) biçimini, hem Batılı burjuva demokratik
yönetim biçimlerinden hem de klasik tipteki faşist yönetimlerden
ayırdetmek üzere
kullanılmıştır.
Emperyalizmin baskısı (gizli işgali), tekelci
burjuvazinin önderliği altındaki egemen güçler ittifakının (oligarşinin)
zayıflığı, ulusal sorunun çözülememiş olması, güçlü bir
işçi sınıfı hareketinin ve demokratik mücadele geleneğinin bulunmayışı
gibi nedenlerle, baskıcı yöntemlerin ağır bastığı yönetimler, bazen "sivil
yönetimler" altında
bazen de "askeri darbeler" yoluyla geçerli olabilmektedir.
Sorun, kuşkusuz bir tanımlama ya da adlandırma
sorunu, Türkiyedeki devlet biçimine Sömürge Tipi Faşizm, Burjuva
Demokrasisi ya da başka bir şey denip
denmemesi sorunu değildi. O günkü somut koşullarda nasıl bir mücadele
programı izlenecektir, tartışmaların asıl kaynağı kullanılan kavramların
değişikliğinden çok bu
sorun karşısındaki tavırların (politikaların) değişikliği olmuştur.
Türkiyenin burjuva demokratik devrimini tamamlamış
Burjuva Demokratik bir ülke olduğunu savunanlar, faşizme karşı mücadelede
mevcut "demokratik" yönetimin
korunmasını esas almışlardır. Onlar bizi sürekli faşizmin var olduğunu
kabul etmekle, demokrasi mücadelesini (var olan "demokrasiyi" koruma
mücadelesini)
reddetmekle ("goşist"likle) suçlamışlardır. Onlara göre faşist terör
hareketleri "demokrasiyi" ortadan kaldırmak için düzenlenen bir oyundu;
faşist saldırılara karşılık
vermek de oyuna gelmekten başka bir şey değildi.
Bize göre ise Türkiyede demokrasi mücadelesi esas
olarak, varolan sözde demokrasiyi koruma meselesi olarak değil,
demokrasiyi yeniden gerçekleştirme sorunu
olarak, varolan devlet yapısının (sömürge tipi faşizmin) yıkılarak yerine
demokratik bir devlet yapısının kurulması sorunu olarak görülmeliydi. Bu
da demokrasi
sorununun bir devrim sorunu olması demekti. Ancak bir açık faşist yönetim
gündeme geldiğinde ona karşı mücadelenin öne çıkarak birincil bir önem
kazanması
gerekirdi. Faşizme karşı mücadele bu şekilde ikili bir muhtevada
kavranmalıydı ve her zaman, güncel olan, somut olarak doğru biçimde
saptanmalıydı.
TİP, TSİP ve TKP çevreleriyle politik
farklılıklarımızın ve tartışmalanmızın çerçevesi, özetle buydu. Bu
tartışmaya Kurtuluş çevresi de katıldı. Onlar, (emperyalizm
çağında) ne Türkiyede ne de Avrupada burjuva demokrasisinden söz
edilemeyeceğini, ancak oligarşik devlet biçiminden söz edilebileceğini
(bize göre Leninin bir
ifadesini "ekonomist ve dogmatik bir şekilde" yorumlayarak) ileri
sürdüler.
Sorunun bir adlandırma ya da tanımlama sorunu
olmadığını burada bir kere daha yinelemek gerekiyor. Bazen ileri sürülen
görüşlerin pratikte ne anlama geldikleri,
teorik olarak doğru veya yanlış olmalarından çok daha önemli olabilir.
Bize göre de bu tartışmada Kurtuluş çevresindeki arkadaşların teorik
hataları, görüşlerin
pratikteki (bizim savunduğumuz görüşlere karşı ve TİP, TSİP ve TKP
çevrelerinin tezlerinden yana) sonuçlarından daha önemli değildi. Bizi,
kendilerine göre
Marksist devlet teorisini bilmemekle (yani burjuva demokrasisinin de bir
diktatörlük olduğunu ve bu nedenle zora dayanan bir devlet biçimi olduğunu
bilmemekle!)
eleştirirlerken, geleneksel sağ kesime mensup muarızlarımızı faşizme karşı
mücadele konusundaki tartışmalarda dolaylı olarak desteklemiş oldular.
Elbette bu eski tartışmaları aktanrken, onları bu
güne taşımak ve bugün de sürdürmek gibi bir amacımız yok. Bu, anlamsız
olduğu kadar olanaksız da... Çünkü artık
kimse "orada" (eski yerinde) değil!... Ama bunların bilinmesi de gerekli;
çünkü bilginin, bilimsel düşüncenin yanlış düşüncelere karşı mücadeleden
başka bir gelişme
yolu yok... Geçmişi bilmek ve anlamak bugünü de daha iyi bilmeye ve
anlamaya olanak verir ve kuşkusuz, daha iyi bir gelecek için geçmişi de
daha iyi bilmek
gerekir.
***
Ayrılıklar, elbette devrim, mücadele ve örgüt
biçimleri konusundaki farklı yaklaşımların bir ifadesi ve yansımasıydı. Bu
konudaki farklı yaklaşımlar asıl olarak 12 Mart
öncesindeki gelişmeler içinde ortaya çıkmış, 12 Mart yenilgisi sonrasında
ise değişik yeni biçimlere bürünerek devam etmiştir.
12 Mart yenilgisi en çok, Dev-Genç hareketinin
içinden çıkan THKP-C, THKO ve TİKKO gibi devrimci hareketleri etkiledi.
Bir yandan yenilginin yarattığı yılgınlık
eğilimleri diğer yandan dünya çapındaki Çin-Sovyet kutuplaşmasının
etkileri sonucu, bu örgütler bünyesinde önemli bir sağa kaçış eğilimiyle
birlikte yeni ayrılıklar
ortaya çıktı.
En önemli ayrım noktası şiddet unsuru üstünde
çıkıyordu. Silahlı mücadele anlayışı ve 1971deki silahlı-devrimci
mücadeleyi bireysel terörizm ve maceracılık olarak
değerlendirenler (Kurtuluş, Halkın Kurtuluşu vb.), yeni siyasal kümeler
oluşturdular. Bunlar 1975 sonrasında faşizme karşı mücadelede yukarıda
değindiğimiz gibi
tereddütlü bir tutum içinde oldular ancak hızla gelişen iç savaş ortamının
dayatması sonucu, savundukları görüşlerle çelişen bir şekilde ve kısmen
mücadeleye
katıldılar.
Buna karşılık 1971deki silahlı mücadele anlayışına
sempatiyle bakan kesimler içinde de farklı anlayışlar gündeme geldi.
Özellikle THKP-C hareketinin çizgisini ve
M. Çayanın görüşlerini basit, yüzeysel bir şekilde Marksist-Leninist
temellerinden kopartarak kavrayan genç unsurlar, dönemin somut
koşullarını, değişik mücadele
alanlarında çalışma ve örgütlenmelerin gerekliliğini ve her şeyden
önemlisi Mahirin düşüncelerinin geliştirilmesi gereken düşünceler olduğu
gerçeğini bir yana
bırakarak, dar silahlı eylem grupları oluşturdular ve bankalar vb. devlet
kuruluşlanna yönelik bombalı eylemlere yöneldiler. Bu tür eylemler
başlangıçta (75-76
yıllannda) büyük gürültüler koparırken, Türkiyede devrimci mücadelenin
giderek yükselmesi karşısında etkisini kaybederek ikinci plana düştüler.
Şiddet, onların gözünde her şeyi belirleyen bir
fetiş haline dönüşmüştü. Şiddet, devrimci mücadele açısından gerektiğinde
değil her zaman kullanılmalıydı. Böyle bir
anlayışla Devriınci Yolu daima pasiflikle, öncü savaşını ve Mahiri
reddetmekle vb. suçladılar.
Devrimci Yol dergisinin yayınlanmaya başlamasından
yaklaşık bir yıl kadar sonra, bu kez Devrimci Yol içinde yeni bir ayrılık
olayı daha gündeme geldi. İstanbuldaki
gençlik hareketi içindeki bir kesim, Devrimci Yoldan ayrılarak Devrimci
Sol çevresini oluşturdu.
Ayrılığın başlangıçta ideolojik-teorik nedenlere
dayanmadığı bilinmektedir. (Ayrılık olayının hemen ertesinde açıklandığı
gibi: Devrimci Yolun ülke çapında yoğun bir
örgütlenme çabasının içine girdiği bir dönemde, kendilerine güvenilmediği
şeklinde kuşkular taşıdıklarını belirttiler; İstanbulda kendilerinden
gizli bazı örgütsel ilişkiler
geliştirildiğini, bunun kendilerine karşı güvensizlik anlamına geldiğini,
kendilerinin tasfiye edileceklerinden kuşkulandıklarını ifade ettiler. Bu
kuşkuların yersiz olduğu
anlatıldı; ama ikna edilemediler. Devrimci Yolla ilişkilerini askıya
aldıklarını söyleyip, bu durumun kadrolara açıklanmamasını istediler.
Bunun mümkün olmadığı
anlatıldı. Bilinen gelişmeler-sonucu ayrılık olayı gündeme geldi.) Aslında
bugün bu ayrılık olayının bu şekilde kişisel ya da (sonradan kendilerinin
iddia ettikleri gibi)
teorik nedenlerle ortaya çıkmış olmasının hiç bir önemi ve anlamı da
kalmamıştır. Çünkü başlangıçtaki nedenler ne olursa olsun, onlar zamanla
Devrimci Yola karşı
yöneltilen bütün suçlama ve eleştirileri benimseyerek bunları bıkıp
usanmadan yenileyip durmayı anlamsız ve sağlıksız bir tutku, adeta bir
"Devrimci Yol Düşmanlığı
Siyaseti" haline dönüştürmüşlerdir.
Ancak olayın öznel nedenleri ve bugünkü görünümü ne
olursa olsun, bizim açımızdan kabul edilmesi gereken bir gerçek şudur ki,
Devrimci Yol hareketi, tam da yurt
çapında yoğun bir örgütlenme çabasının gündeme geldiği bir dönemde, bir
yönüyle bu gelişmeye karşı bir tepki olarak ortaya çıkan böyle bir engeli
aşamamış, öznel
ya da başka nedenlerle gündeme gelen bir ayrılma eğiliminin demokratik bir
kollektivite içinde tartışılarak olumlu bir şekilde çözülmesini
örgütlemeyi başaramamış
veya o günkü örgütsel gelişkinlik düzeyi bunu sağlamaya yetmemiştir. Bu
başarısızlığın özellikle 12 Eylülden kısa bir süre önce ve İstanbul gibi
önemli bir bölgede
ortaya çıkmış olması nedeniyle, gerek Devrimci Yol açısından gerekse genel
olarak devrimci mücadele açısından olumsuz sonuçlar doğurduğu objektif bir
gerçeklik
olarak kabul edilmelidir.
***
Türkiyenin demokratik devrim sürecini
tamamlayamamış olması, en çok ulusal sorunda, Kürt sorununda ifadesini
buluyor. Bu nedenle Kürt sorunu her dönemde
Türkiye için önemli bir sorun olmuş, 1960 sonrasında giderek yoğunlaşarak
Türkiye solunun başlıca tartışma konularından birini oluşturmuştur.
Başlangıçta sorunun ortaya konulmasında ve
tartışılmasında soyut ve kuramsal bir çerçeve egemen olmuş, yetmişlerin
sonuna doğru devrimci mücadelenin
Türkiyede yükselmesine paralel olarak ve onunla etkileşim içinde K.
bölgesindeki mücadelenin yükselmesiyle somut bir siyasal çerçeve kazanmaya
başlamıştır.
Bugün ise sorun artık egemen sınıfları bile yeni siyasal çözüm biçimleri
aramaya zorlayan tümüyle somut bir siyasal muhtevaya bürünmüş durumdadır.
Devrimci Yol dergilerinde yer alan yazılarda, daha
çok konunun teorik ve tarihsel çerçevesi içinde kalan sorunlar
tartışılmış, sömürge tespitine dayanarak ayrı
örgütlenme ve ayrı devlet seçeneğini mutlaklaştıran yaklaşımlar
eleştirilerek ortak örgütlenme ve ortak mücadele görüşü savunulmuş, buna
rağmen Kürt halkının
tercihini ayrılma hakkını kullanmaktan yana belirlemesi halinde ise ayrı
örgütlenmesinin de gündeme gelmesinin kaçınılmazlığı belirtilmiştir.
Devrimci Hareketin tümüyle devre dışı kaldığı bir
süreç sonunda oluşan bugünkü ortamın bu doğrultuda olduğu ortadadır. Bu
nedenle bugün ortaya konulacak somut
siyasal çözüm ve önerilerin bu gelişmeyi de kucaklayacak bir kapsamda
olması gerekli görünmektedir.
***
70lerde sosyalist hareketleri en çok etkileyen
konulardan biri de Çin-Sovyet sorunuydu. SBKPnin 20. Kongresiyle birlikte
başlayan, giderek derinleşen ve
ÇKPnin Sovyetler Birliğini önce modern revizyonist, sonra sosyal
emperyalist ve en sonunda, en tehlikeli emperyalist güç olarak
nitelemesine varan kutuplaşma
Türkiyedeki sosyalist hareketin içine taşındı. Tabii aynı zamanda onların
savundukları dünya görüşleri, devrim ve mücadele anlayışları, izledikleri
dış politikalarla
birlikte birbirlerine karşı takındıkları düşmanca tavırlar da getirildi.
Böylece sosyalizm, sosyal emperyalizm, modern revizyonizm ve geçiş süreci
konusundaki
tartışmalar ve yeni ayrılıklar gündeme geldi.
Bize göre, gerek ÇKP gerekse SBKP görüşleri özünde
aynı milliyetçi, revizyonist temele dayanıyordu. Sovyetler Birliği içte
sosyalizme değil ekonomizme ve
kitlelerin depolitizasyonu (yönetimden dıştalanmasına), dışta proleter
entemasyonalizmine değil milli bencil çıkarların esas alınmasına dayanan
politikalar yürütüyordu.
ÇKP ise Sovyetler Birliğine karşı çıkarken (o dönemde) iradeciliğe ve
milliyetçiliğe kayıyordu. Geliştirdikleri Sovyet Sosyal Emperyalizmi
tezleri geçiş süreci
konusundaki Marksist-Leninist tezlerin reddine dayanıyordu. Biz, Sovyetler
Birliğinin modern revizyonizmin hakimiyeti altında sosyalizmden
saptığını, geriye
(kapitalizme) doğru bir dönüş sürecine girdiğini kabul etmekle birlikte
bunu basitçe bir kapitalist restorasyon olarak görmenin ve Sovyetler
Birliğinin (kolayca!)
sosyal emperyalist olduğunu ileri sürmenin kabul edilemeyeceği görüşünü
savunduk. Böyle bir değerlendirmeye dayanarak Çinin SSCByi en tehlikeli
emperyalist
güç olarak kabul eden ve ona karşı ABD ile işbirliği yapmaya kadar varan
bir politika izlemesi, (özellikle kendi politik çizgilerini Çinin dış
politikasına göre belirleyen
grupların tutumları sonucunda) devrimci mücadele açısından çok ciddi
olumsuzluklar doğurdu.
ÇKP tezlerindeki bu açık olumsuzluklar, tersine bir
etkiyle 12 Mart yenilgisinin yarattığı yenilmemek için arkayı güçlü bir
yerlere dayamak eğilimleriyle de birleşerek
Sovyetler Birliği savunusunu ve modern revizyonist eğilimleri
körüklüyordu.
Bütün bunların sonucu olarak Devrimci Yolun bu
konudaki tutumu, her iki çizgiye karşı mücadeleyi esas alan bir tutum
olarak ortaya çıktı, sosyal emperyalizm
teorileriyle birlikte modern revizyonizm ve Sovyet politikalarının
eleştirisine ağırlık verildi.
Bu konuyla ilgili tartışmada ülkemiz solundaki
geleneksel hatalı tutumların bir kez daha yinelendiği görülür. Hemen
herkes kendi görüşünü bir dış odağa göre
belirlemek ve desteklemek yolunu arıyordu. Çin ya da Sovyet tarafını
tutanlar için sorun basitti: bu ülkelerin ve komünist partilerinin resmi
yayınlarını Türkçeye
çevirmek yeterli oluyordu. (Bazen çeviriler de hazır geliyordu ve
gerçekten "sanki Türkiyede değil Çinde ya da Rusyada yaşıyor"
gibiydiler!) Aktarmacılık, iki
tarafa da karşı çıkanlar açısından da çoğunlukla geçerli oldu. Gene Çine
de Sovyetlere de karşı bir dış odak aranıp bulunmaya ve onlann
görüşlerine dayanmaya
çalışıldı (kimisi Arnavutluk kimisi Kübayı yeni bir Kabe diye belledi).
Bu tutumun asıl nedeni kuşkusuz ki teorik zayıflık
ve özgüven yoksunluğudur. Bazı "Maocu" çevreler, Japon ya da İtalyan
"Maocu"larının yazdığı teorik bakımdan
yanlışlıklarla dolu yazıları çevirip yayın organlarına aktarıyor, bunlarla
kendi görüşlerini desteklemeye çalışıyorlardı. Bunlar tarafından Devrimci
Yola karşı dile
getirilen eleştirilerin başında da onun "enternasyonal" bir dayanağının
bulunmadığı eleştirisi geliyordu.
Evet, böyle sözde enternasyonal bir dayanağa
yaslanmaya çalışmadık. Ülkemiz soluna egemen olan bu nakilci ve takipçi
anlayışlardan kurtulmaya, sorunlara kendi
kafamızla, kendi çabalanmızla çözümler bulmaya çalıştık. Her şeyi
herkesten iyi bildiğimizi iddia etmedik. Tartışma konularını bilimsel bir
yaklaşımla incelemeye,
doğrularla yanlışları birbirinden ayırmaya çalıştık. Aynı şekilde, zaman
zaman eksik ya da hatalı değerlendirmelerde bulunsak bile
bilimsel-devrimci yaklaşımı
sürdürdüğümüz oranda en doğru (ya da en az hatalı) sonuçlara
ulaşabileceğimize inandık.
Zaman bizim tutumumuzun doğruluğunu kanıtladı. 80li
yıllara geçilirken Çin-Sovyet kutuplaşması önce Çinin sonra da
Sovyetlerin gösterdiği çarpıcı dönüşlerle
silinip gitti ve bu olgu kendilerini onlara göre tanımlayanların
ayaklarının altındaki toprağın da kayıp gitmesi demek oldu. Bizim
tutumumuzun ve izlediğimiz çizginin
doğruluğunu ise bugün, o günkü muarızlarımız bile kabul etme
açıksözlülüğünü gösteriyorlar.
Devrimci Yoldaki "sosyal emperyalizm" ve modern
revizyonizm tezleriyle olan tartışmalar, söz konusu tezlerin iddiaları ile
sınırlıydı. Çin ve Sovyet yanlılarının
görüşlerinin geçersizliği ortaya konulmaya çalışılıyor, sosyalizm, geçiş
süreci, Marksist devlet ve devrim teorisi ve sosyalist geçiş ekonomisi
sorunlarına bu tartışma
konuları çerçevesinde dolaylı olarak değiniliyordu. Bugün ise Çin,
Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerindeki gelişmeler sonucu, sorunlar
ve tartışma konuları
çok daha geniş boyutlar kazanmıştır. Bu bakımdan bugünkü sorunlara geçmiş
tartışmalar içinde yeterli yanıtlar aramak anlamsız bir şeydir. Kuşkusuz
geçmişteki
revizyonist anlayış ve uygulamaların eleştirilerinde belirli bir sosyalist
demokrasi ve sosyalist ekonomi anlayışının ipuçlarını bulmak olanaklıdır.
Dahası bu anlayış
Direniş Komiteler teori ve pratiğiyle somutlanıp derinleştirilmeye de
çalışılmıştır. Ancak bütün bunlar bugün için sadece doğru bir yaklaşımın
çıkış ve başlangıç
noktasını ve doğrultusunu verebilir. Bugün karşılaştığımız, ve bugüne
değin gerçekleşebilen sosyalizmin ekonomik ve politik tıkanıklıklarına
tekabül eden gelişmeler,
dünya çapında 17 Ekim Devrimiyle başlayan bir tarihsel dönemin sonuyla
birlikte kuşkusuz bir tarihsel dönemin başlangıcını da vurgulamaktadır.
Teorik faaliyet,
devrimci hareketin, ilerlemek için çözmek zorunda olduğu ve tarihsel
olarak da çözmesi olanaklı olan sorunları kapsamak durumundadır. Bugün
dünyanın herhangi
bir ülkesindeki sosyalist bir hareketin ilerleyebilmesi, dünya çapındaki
sosyalist uygulamaların ekonomik ve politik alanlarındaki tıkanma
noktalarının aşılmasına sıkıca bağlıdır. Bu ise gerçekleşebilen sosyalist
uygulamaların her bakımdan köklü ve devrimci bir eleştirisine bağlıdır. Bu
yolla "nasıl bir sosyalizm", "nasıl bir sosyalist
demokrasi", "nasıl bir sosyalist ekonomi", vb. soruların yanıtlarının
yeniden üretilebilmesine bağlıdır.
Dünyanın herhangi bir ülkesinde olduğu gibi
Türkiyede de Devrimci Hareketin şimdi yeniden emekçi kitleleri peşinden
sürükleyerek ilerleyebilmesi, kuşkusuz,
Türkiye devriminin güncel - temel sorunlarının yanı sıra bu sorunlar
karşısında da tutarlı çözüm ve görüşlerin ortaya konulmasından geçecektir.
Oğuzhan Müftüoğlu, Ceyhan-1990
(*) (Devrimci Yol Yazıları, Devrim Yayınevi, sayfa
13-33)
|